Hangi Filmler Ağlatır? Kayseri’de Bir Geceyi Hatırlamak
Kayseri’nin Soğuk Akşamı
O akşam, Kayseri’nin soğuk rüzgârı, odamın penceresinden içeri sızarken, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Kafamda, kalbimde bir sürü karmaşık duygu birikmişti; hayal kırıklığı, huzursuzluk, biraz da yalnızlık. Üniversite hayatımın sonlarına yaklaşırken, her şeyin hızla geçmesi bana garip bir şekilde hem yoğun bir mutluluk hem de korku veriyordu. O gün, kaybolmuş gibi hissettiğim o hisleri anlamaya çalışıyordum.
Bir ara, biraz kafamı dağıtmak için eski bir filmi açmaya karar verdim. O an hangi filmi seçeceğimi bilmiyordum ama içimde bir his vardı: İzlediğim her film, hissettiklerimi daha yoğun bir hale getirecekti. Sinemaya olan ilgim, eskiden beri vardı ama bir film beni gerçekten ağlatmışsa, bunun anlamı çok farklıydı. Bu tür filmler, duygularımı dışa vurabildiğim anlar gibi hissediyordum.
O gece, filmi açıp, gözlerimi kapattığımda, hafifçe içimde bir huzursuzluk başladı. Filmler, bazen gerçeklikten kaçmak için bir araç gibiydi; ama bazen de, hiç farkında olmadan, en derin duyguları uyandırabiliyorlardı.
The Pursuit of Happyness: Umut ve Acı
Ekranda The Pursuit of Happyness (Umudunu Kaybetme) belirmeye başladığında, geçmişte bir defa izlediğimi hatırladım. Will Smith’in oyunculuğu, o kadar gerçekti ki, izlerken hep kendimi bulurdum. O filmdeki o umutsuzluk, çaresizlik ve küçük bir çocuğun gözlerindeki umut beni çok derinden etkileyen şeylerdi. Özellikle o sahne vardı: Will Smith’in karakteri, küçük oğluyla birlikte sokaklarda bir gece geçirmek zorunda kaldığında, gözlerim yaşarmaya başlamıştı. Ne kadar zor olsa da, umudun peşinden gitmek zorunda olduğunu fark ediyordum. İçimde bir boşluk vardı ama bu film bana biraz olsun yeniden umut vermişti.
Bir yanda Kayseri’nin karanlık sokakları, diğer yanda o filmdeki o sokaklarda yürüyen baba ve oğul… İki dünya, aynı duyguyu taşıyordu. Ne kadar zor olursa olsun, her zaman bir yol vardı. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Bazen ağlamak, acıdan çok, aslında bir rahatlamaydı.
The Green Mile: Hayatın Güzellikleri ve Acıları
Bir başka film vardı ki, onu izlerken gözlerim yaşarmadan duramıyordum: The Green Mile (Yeşil Yol). O kadar güçlü bir yapımdı ki, her sahnesi sanki bir yara gibiydi. John Coffey’nin öldürülmesi, haksız yere suçlanan bir insanın dramı, hem acı hem de sevgi doluydu. İçimde bir parça korku vardı ama bir yandan da insanın gücü ve saf iyiliği karşısında duyduğum derin hayranlık… Filmin sonlarına doğru, o bitiş sahnesi, tam da içimdeki tüm kırılganlıkları ortaya çıkaran bir an gibi hissettirdi. İnsanlar ne kadar acı çekerse çeksinler, hala hayatta kalmayı başarabiliyorlardı. Gözyaşlarım, bu gerçeği kabul etmenin verdiği hüzünle karıştı.
O gece, The Green Mile’ı izlerken, Kayseri’nin karanlık gecesi bana yalnızca bir dış dünya gibi görünüyordu. İçimdeki fırtına, ekrandaki kahramanların hayatındaki fırtınayla paralel bir hal aldı. Her iki dünyada da insanların başına gelen şeylerin çok fazla adaletsiz olduğu bir gerçek vardı. Ama bir noktada, her şeyin geçebileceğine dair bir umut vardı.
Hangi Filmler Ağlatır?
Bana soracak olursanız, hangi filmler ağlatır? Cevap basit: Hayatın kendisini anlatan filmler. Gözlerinizin önünde bir insanın dramını izlerken, o duyguyu kendi içinizde hissedersiniz. Kayseri’de yalnız bir akşam, soğuk bir rüzgarın camımı tıklatmasıyla izlediğim o filmler, içimdeki kırık duyguları dışarıya çıkarmama yardımcı oldu. Her filmde farklı bir parçamı buluyorum ve her bir film, bana hayatın karmaşık, bazen acı ama bir o kadar da güzel olduğunu hatırlatıyor.
Öyle işte, film izlerken gözyaşlarım dökülür. Ama o ağlamalar, bir tür rahatlama gibidir; insanın kendi duygularıyla yüzleşmesidir. Çünkü biliyorum ki, film bitse de, gözyaşlarım bir şekilde kurusa da, o duygular hep kalacak.